Translate

28 Ekim 2015 Çarşamba

Hastalıklara Karşı Bakış Açıcı - Hasta Çocuk İse



         Keşke hiç bir çocuk hasta olmasa değil mi? Hiç bir çocuk üzülmese, sıkıntı çekmese çocukların sahip olduğu tek şey mutluluk olsa. Maalesef içinde bulunduğumuz dünya da her çocuk aynı yaşam kalitesine sahip olmuyor. Kimi çocuk zenginlik, şaşaa, lüks içinde doğuyor kimisi köhne bir kuytu köşede. Çocuk hastalıkları dersini alırken şunu öğrendim her çocuk yapabileceklerinin en üst kapasitesinde doğar fakat hayat bu kapasiteyi değiştirir. Hayat bu kapasiteyi doğduğumuz yerle, ailemizle, çevremizle, aldığımız eğitim ve hatta geçirdiğimiz hastalıklarla değiştirir. 

        Çocuklar gelişim sürecinde ölümü erişkin bireyler gibi algılamıyorlar. Ölümü algılayamayıp kaybetmeye reaksiyon vermeye başlayan çocuklar önce ölümün geçici olduğunu düşünüyor ve bu hareketin bir ayrılık ya da bir cezalandırma biçimi olarak kavrıyorlar. Ardından ölümün geri dönüşümsüz olduğunu fakat ölümden kaçabileceklerini düşünüyorlar. Okul çağına gelen çocuk ise artık ölümün tamamen farkına varıyor. Ölümün dönüşümü olmayan ve herkesin yaşamak zorunda olduğu bir olay olarak kabul ediyorlar.

       Ölümcül hastalığı olan çocuklar daha ölümü tam anlamıyla kavrayamadıkları dönemde verdikleri tepkiler hasta olmaya, ayrılığa ve ağrıya karşı oluyor. Çok uyuma, yemek yememe, mutsuzluk gibi belirtiler veriyorlar. Çocuğun bu dönemde yaşadığı duygular oynadığı oyunlara ve yaptığı resimlere yansıyor. Çocuk ölümü adım adım kabulleniyor ilk başta ölümü kabul etmezken daha sonraları sadece kendi ölümünü kabul etmiyor ve en sonunda ise ölümün her canlı için zorunlu olduğunu anlıyor.

        Çocuklar ölüme karşı altına kaçırma, okul başarısında düşme, kavgacılık, saldırganlık, uyku bozuklukları, kabus görme, öfke nöbetleri gibi tepkiler veriyor. Ergen bireyler ise ölümü tamamen kavradıkları için verdiği tepkiler sosyal izolasyon, kendini kısıtlama, tepkisizlik, depresyon, intihar girişimleri, okul başarısında düşme şeklinde oluyor. Ergenler zengin bir hayal dünyasına sahip olduğundan ölüm onlar için tamamen ezip geçen, yıkıcı bir olgudur.

        Hasta olan çocuk, herhangi bir çocuk ya da sizin çocuğunuz olabilir. Hiç kimse, hiç bir anne baba ne kendi çocuğunun ne de başka bir çocuğun böyle bir hastalıkla yüzleşmesini istemez. Ama oluyor işte. Bu tip durumlarda yapılacak şeyler hastalığı değiştirmiyor evet ama hayat kalitesini arttırıyor. Oturup ağlamak yerine niye biz diye isyan etmek, yakarmak yerine denenebilecek tüm tedavileri denemek ve kalan zamanı çocuk ya da ergen bireyle en iyi şekilde değerlendirmek daha akılcı oluyor. 

       Söyleyebileceğim şeyler ise;
       Çocuğa, eğer ölümü kavrayabilecek yaştaysa ki bu yaş okul dönemi yaşıdır öleceğini değil hastalığı açıklanmalıdır, çocuğu kandırmak daha sonra öğreneceği gerçekle daha fazla yıkılmasına yol açar.
        Hastalık açıklandıktan sonra neler yapılacağı, nelerle karşılaşacağı (ilaçlar, iğneler, terapiler gibi) sonuçlarının neler olacağı konuşulmalı.
        Çocukla ya da ergen olan bireyle her zaman açık bir iletişim sağlanmalı.
        Soruları açık bir dille cevaplanmalı, kandırmaya çalışmamalı.
        Güvence verilmemeli, bana güven iyileşeceksin gibi söylemler çocukta büyük bir beklenti yaratır hastalığın ilerlediği ya da ölümün kesinleştiği zamanlarla karşılaşmasında çocuk vereceğinden daha büyük tepkiler ortaya koyar kendini kandırılmış hisseder.
         Çocuğun umudu korunmalı bu güvence olarak değil de daha çok ihtimal şeklinde olmalı bazılarına bu tedavi iyi gelmiş sana da iyi gelebilir gibi.
        Tedavi süreci çocuklar için geçirilebilecek en iyi şekilde geçirilmeli. Sevdiği şeyleri yapabilirsiniz mesela bu birlikte oyun oynamakta olabilir, kitap okumakta ya da sevdiği bir yemeği yemek, gitmek istediği bir yere gitmek, arkadaşlarıyla birlikte olmasını sağlamak gibi. Çocuğun bu dönemi geçirebileceği en iyi şekilde geçirmesi sağlanmalı. 

        Yazdığım en zor yazı bu oldu galiba sırada ki yazı hasta siz iseniz üzerine olacak.

        Hiç bir çocuğun üzülmemesi ve hasta olmaması dileğiyle...

                                                                                                                   GÖKSU YILAN

Not: Resim Edward Munch'ın Hasta Çocuk adlı tablosu.

21 Ekim 2015 Çarşamba

Hastalıklara Karşı Bakış Açısı- Hasta Yakınınız İse

         Bir önce ki yazımla hastalıklara karşı bakış açımızı incelemeye başlamıştık. Bu yazımda ise hasta birey sizin bir yakınınız ise ona nasıl davranacağınızı, onu anlayacağınızı ve bir çok komplike olayı ele almak istiyorum. İyi okumalar...

                                                Hasta Yakınınız İse



            Kimse hastalanmak istemez bunu sizde biliyorsunuz çünkü siz de hastalanmak istemiyorsunuz. Öyle ya da böyle yani bir şekilde yakınınızın hasta olduğunu öğrendikten sonra hasta bireyle yakınlık derecenize göre hareketlerinize dikkat etmeniz ve çeşitli davranışlarda bulunmanız gerekir.  

              Burada hastalık olarak bahsettiğimiz olay bir ameliyat olabilir, ölümcül bir hastalık olabilir, bir uzuvun kaybı olabilir. İnsanın başına gelebilecek şeyler çok fazla. 

            Ameliyat olacak bireylerde yaygın stres görülür. Hüzünlenirler, çok fazla konuşmak istemezler, yemek yemeye direnç olabilir, ölüm korkusu vardır ve bu ölüm korkusu genelde anesteziden uyanamama üzerinedir. Ölüm korkusu yoğun olan bireylerde ise görüşmediği insanlarla görüşme isteği, bazı bireyleri yanına çağırma, öleceğini bildirerek son konuşmasını yapma gibi şeyler olabilir.

         Bu tür bir yakınınıza karşı alacağınız tavır onun ameliyata karşı bakış açısını da etkiler. Ameliyat olacak bireyi yüreklendirmek, destek vermek, stresini azaltmaya yönelik konuşmalar yapmak ona yaklaşmada en kolay ve doğru yol olacaktır. Bireye ameliyatı yapacak ekibi, ameliyatın nasıl gerçekleşeceğini, ne kadar sürede biteceğini açıklamak ve ameliyat sonrası için tavsiyelerde bulunmak ona destek olur. Ameliyat sonrası için tavsiyeler özellikle ölmeyeceğini, ameliyatın iyi geçeceğini ve hastalığın son bulacağı sinyallerini verir.

           Bir uzuv(el, kol, bacak vb.) kaybında işler maalesef farklı yürüyor. Burada birey büyük bir çöküntüye giriyor. Ve bu çöküntü tüm hayatını etkiliyor. Hastanın bu duruma karşı verdiği tepki işine, yaşamına ve yaşına bağlı olarak değişiyor. 90 yaşında bir erkek bireyin bacak amputasyonuna* verdiği cevapla 20 yaşında ki bir erkek bireyin verdiği cevap aynı olmuyor. Yaş küçüldükçe, statü ve hayat kalitesi arttıkça, vücut mekaniğine dayalı işlerde çalışanlarda cevap daha şiddetli oluyor. Bu bireylerde kabullenememe, depresyon, kendini soyutlama, intihar eylemleri görülüyor. 

           Size düşen ise yanında olduğunuzu hissettirmek, bu olayın bir çok insanın başına geldiğini göstermek gerekirse onun gibi olan bireylerle arkadaş olmasını sağlamak. Kendi gibi olan bireylerle iletişim halinde olması ona büyük moral verecektir ve hayatını şekillendirmesinde rol model edineceği için işler daha kolay yürümeye başlayacaktır. Kısaca hayattan kopmasına engel olun, sosyal aktivitelere katılmasını sağlayın, uygun bir iş bulun, durumu kabullenmesine ve hayatına yön vermesine yardımcı olun. Çünkü onlar o yaşlarına kadar geçirdikleri hayattan bambaşka bir hayata adım atıyorlar bu süreçte en çok ihtiyaç duydukları şey ise destek.

        Ölümcül hastalıklarda yakınlık derecenize göre sizde de bir miktar üzüntü olacaktır. Bu normal bir durum. Daha sonra ise verdiğiniz tepki sizi utandıracaktır, bu tepki "iyi ki ben değilim". Bir çok insan bu tepkiyi veriyor bunu normal kabul edin çünkü bu sizin kendinizi koruma içgüdünüz. 

      Bu tür ölümcül hastalıklarda bireyler çeşitli cevaplar verebiliyor bunlar; reddetme, kaçma, savaşma ya da ümitsizce kabullenme gibi seçenekler. Hastada ki bu seçenekleri gözlemleyip davranmak size düşüyor. Örneğin hastalığı reddeden bireyin hastalığı kabullenmesinde, hastalıktan kaçan bireyi hastalıkla yüzleştirmekte, hastalıkla savaşan bireye destek olmada ümitsizce kabullenen bireye ise umut ışığı yakma da aktif rol alabilirsiniz. Bu hastaya ve size bağlı bir davranış olacaktır. 

       Verebileceğim genel tavsiyeler ise hasta hangi düşünce yapısında olursa olsun ona moral vermek, geçmiş güzel günlerden bahsetmek, gelecek üzerine hayal kurmak, pozitif düşünmesini sağlamak ve sevdikleri üzerine yoğunlaşmak, bunlar sevdiği yemekler olabilir, sevdiği filmler, müzikler kitaplar... Ölümcül hastalıklarda bireylerde ölüm korkusu baskındır bu yüzden hayattan kendilerini soyutlarlar buna izin vermeyin onlara hayatın devam ettiğini ve hayattan kopmamaları gerektiğini öğretin. Onun gibi aynı hastalığa yakalanıp iyileşen bireylerle onu tanıştırın ya da hikayelerini anlatın. Bir de yanlarında ağlamayın...

         Yazımın bir sonra ki bölümünde hasta birey çocuğunuz ise neler yapıp neler yapmacayacağınız üzerine olacak. Görüşmek üzere...


                                                                                                                                                                                                      GÖKSU YILAN

* Bir ekstremitenin(kol, bacak vb. gibi) tıbbi olarak alınması. 

17 Ekim 2015 Cumartesi

Hastalıklara Karşı Bakış Açısı

           Bu gün bir yazı dizisine başlamak istedim. Düşünceme göre 3-4 bölümlük bir yazı dizisi olacak. Herkesin keyif alacağı ve bir şeyler öğrenebileceği en azından fikir sahibi olacağı bir şey olmasını istedim ve hastalıklara karşı bakış açımızı irdeledim umarım keyif alırsınız...

                                           Hastalıklara Karşı Bakış Açısı




       Hepimiz diyor muyuz, evet ben sağlıklıyım benim hiç bir problemim yok diye? Bazılarımız bunu söyleyebilir bazılarımız içinse hayat hiç kolay değil. Bağışıklık sistemi zayıf olan insanlar, yaşlılar ve çocuklar çok sık hasta olur buna sizde tanıklık etmişsinizdir. Basit bir gripten tutunda komplike bir hastalığa kadar. Dirençli olanlarımız hastalıklara geç ve az yakalanırken bağışıklık sistemi zayıf olanlar daha sık ve daha erken hastalıklara yakalanıyor. Her hastalık için tabi ki geçerli bir durum değil bu. Ölümcül olan hastalıklarda genlerimizden tutunda yaşam tarzımız, yediğimiz besinler, çalıştığımız iş, düşünce tarzımız hastalığa yakalanmamız da etken oluyor. Sigaranın, alkolün bazı kanser türlerini arttırdığını, kötü beslenmenin kalp damar hastalıklarını tetiklediğini, yoğun stres yaşayan bireylerin depresyona ve kalp krizi geçirmeye yatkın olduğu aşikar.

       Ölümcül hastalıklarda da her ne kadar iş değişse de sağlıklı ve stressiz bir yaşam hastalıkları önemli ölçüde engelliyor. Tabi ki yüzde yüz değil fakat önemli ölçüde! İnsanoğlu maalesef geleceği görme yetisine sahip değil bu yüzden önceden yakalanacağımız hastalıkları ya da yaşayacaklarımızı bilmiyoruz. Günü kurtarmanın tek yolu ise hastalıklar için düzenli kontroller. Bu kontroller kan tahlili olabilir, idrar tahlili olabilir, check up dediğimiz ayrıntılı bir tarama olabilir. Buna siz, hekiminiz ve tabi ki bütçeniz karar verecek. Hepimiz hasta olabiliriz fakat önceliğimiz erken teşhis olmalı. İyileşilemeyecek bir hastalık yok tedavi de geç kalınmış hastalıklar var. Tedaviye cevap verme ya da vermeme durumu ise vücudun tepkisiyle alakalı. Resmin tamamına baktığımızda aslında iyileşme sürecinin bir zincir olduğunu görüyoruz yani aslında herşey mümkün!

       Gelelim psikiyatrik hastalıklara. Pskiyatrik hastalıklar için de bazı ön sinyaller var. Önemli olan bunların bir psikiyatrik hastalık belirtisi olduğunu anlamak. Örneğin birden ortaya çıkan uyku probleminiz, geçmeyen bir melankolikliğiniz, normalde yapmadığınız davranışları göstermeniz gibi...  Psikiyatrik hastalıklar için de kan tahlili yapılıyor. Kanınızda eksik olan bir bileşen, bir hormon ya da bir vitamin sizin duygu durumunuzu ve davranışlarınızı etkiliyor olabilir. Tabi bu kan tahlili genelde bireyler polikliniklere rahatsızlıkları şikayetiyle başvurduklarında oluyor. Psikiyatrik hastalıklar için kesinlikle geçmez damgası vurmak yanlış olur çünkü birçok hasta iyileşmiş bir biçimde taburcu oluyor hastaneden. 

     Ne diyordum, iyileşilemeyecek değil geç kalınmış hastalıklar vardır... Bir sonra ki yazı da hastalanan yakınınız ise neler yapabileceğimiz konusunda bir şeyler paylaşacağım. 

     Pozitif kalın... :) 

                                                                                                                                                                                                 GÖKSU YILAN

8 Ekim 2015 Perşembe

Hamilelikte Psikoloji



            Hamilelik, yeni bir birey dünyaya getirme biz kadınlara verilmiş en güzel şey olsa gerek. Kadın vücudu o kadar donanımlı yaratılmış ki hem kendini idare edebiliyor hemde içinde ki diğer canlıyı. Hamile kalındıktan sonra günler sayılmaya başlıyor, cinsiyet merak ediliyor, isim düşünülüyor, gırla yapılacak iş yani. Fakat bu sırada kadın vücudu kendini bebeğe uydurmaya, bebeği büyütmeye ve korumaya çalışıyor. Annenin ihtiyaçları bu dönemde değişiyor, daha çok yemek yeme isteği uyanıyor, aşeriliyor, mide bulantısı oluyor, hormonal farklılıklar oluyor, anne hem vücut olarak hem birey olarak değişiyor.
           
          İnsan embriyosunun kadın vücudunda doğuma kadar geçirdiği süre 36-40 hafta arası oluyor genelde. Bu süre zarfında embriyo anne karnında büyüyor, besleniyor ve gittikçe bir bebeği benziyor aslında. Ve süresini tamamlayınca da doğarak anne vücudundan bağımsız olan hayatına başlıyor. Hamileliği süre olarak incelediğimizde daha kolay anlayabilmek ve keskin farklılıkları ayırabilmek için üçe ayırıyoruz bunlara trimester (dönem) diyoruz, her bir trimester üç aylık döneme karşılık geliyor.
          
          Gelelim ilk trimestera, bu trimester annelerin anne olacaklarını öğrendiği, şaşırdığı, karmaşık duygulara ev sahipliği yaptığı dönem. Bu döneme hatta ambivalans(zıt) dönem bile denilebiliyor çünkü anne bir çok zıt duyguyu bu dönemde yaşıyor. Mide bulantıları oluyor. Karnının büyümesi anneyi korkutabiliyor, eski kıyafetlerinin olmaması üzebiliyorken, anne olucağı için mutluluk, heyecan hissedebiliyor. Aynı zamanda bu dönemde çevresinin hamileliğini bilmesini, çevresinin onu desteklemesini bekliyor. Bu dönem annenin bebeği doğuracağına ya da doğurmayacağına karar verdiği dönemde. Duyguların karmaşık olması çevreden dengesizlik olarak görülebiliyor, birey 5 dakika önce hamileliğine sevinirken 5 dakika sonra ağlıyor olabiliyor.
         
          İkinci trimester (ikinci 3 aylık dönem); bu dönemde annenin bulantıları hafifliyor hatta geçebiliyor, karnı iyice büyüyor ve aynaya baktığında kendini, karnını diğer hamile bireyler gibi görüyor, bebeğin hareketlerini hissetmeye başlıyor ve bu ona mutluluk veriyor. Zıt duyguları ilk trimester gibi yaşamasa da hala bazı hareketleri şaşırtıcı olabiliyor. Normalde umursamadığı bir davranışı ya da sözü umursayabiliyor, alınabiliyor hatta kızabiliyor. Diğer hamile bireylerle konuşmak, bilgi almak istiyor. 
          
         Üçüncü trimester; hamileliğin en zor evresidir denebilir. Vücut tamamen değişiyor ve bu anneyi zorluyor, hareketlerini kısıtlıyor. Anne hamilelikten yorulmuş fakat bir o kadar da hamileliğe alışmış oluyor. Bebeğine bir şey olacağı korkusu yaşıyor bu yüzden dışarı çıkmayı istemeyebiliyor. Ambivalans (zıt) duygular kendini tekrar gösteriyor ve anne doğumu düşünmeye başlıyor, bebeğini doğurmak istiyor fakat  doğumdan korkuyor. Çevresinin bebeğe karşı tepkisini düşünüyor, bebeğine karşı olacak olumsuz bir davranışı kendisine yapılan olumsuz bir davranış olarak algılayabiliyor. Bu dönemde eşin desteği çok önemli bir hal alıyor, eş anneye yanında olduğunu, onu desteklediğini, bebeği beklediğini ve ikisini de seveceğini hissettirmesi gerekiyor.
          
         Bu dönemlerden sonra; gerçekleşen doğum, bebeğin sağlığı, annenin sağlığı, çevrenin tepkileri ve bebeğin istenilip istenmemesi annenin psikolojisinde rol oynuyor. Lohusalık denen dönemde anne aşırı duygusal ve duyarlı oluyor. Kendi kendine üzülüp nedensiz ağlayabiliyor. Bebeğine bakma konusunda endişelenebiliyor, desteğe ihtiyaç duyuyor. Ve bunları da atlattıktan sonra bebeği içeren bir yaşam tarzı oluşturuyor. Kadının vücudu yavaş yavaş eski haline dönmeye başlıyor hormonları, psikolojisi ilerleyen zamanlarda tıpa tıp eskisi gibi olmasa da eskiye yakın hale geliyor zaten tamamen eskisi gibi olması beklenmiyor çünkü artık o bir anne. :)

                                                                                                                                                                                                      GÖKSU YILAN