Translate

4 Kasım 2015 Çarşamba

Hastalıklara Karşı Bakış Açısı - Hasta Kendiniz İse



          Bu yazımda hastalıklara bakış açısı yazı dizimin 4. yazısı olan hasta kendiniz ise neler olduğunu, neler yapabileceğinizi, neler hissedebileceğinizi elimden geldiğince aktaracağım. 

         Hastalıklara karşı bakış açımızı çevremizde ki hasta olan bireyler, hastalıklar, yaşadığımız çevrede ki tıbbi gelişmeler, sağlık imkanlarına ulaşma düzeyimiz etkiliyor. Bir zatürre gelişmiş bir ülkede tedavisi mümkün bir hastalık olarak nitelendirilebiliyorken gelişmemiş, tıbbi imkanlara erişimi zor olan bir çevrede ciddi bir hastalık olarak nitelendirilir. 

         Bir de bazı insanlar tanırız ki hastalık hastasıdır bazıları ise gerçekten kötü olduğunu anlayana kadar doktora baş vurmaz. Bu da bir bakış açısı. Grip vb. hastalıklar ya da tedavisi mümkün hastalıklarda işler tıbbi imkanlara ulaşmada sorun yaşamayan insanlar için kolay yürüyor, bu tip bir olay da psikolojimiz çok fazla etkilenmiyor. Benim bahsetmek istediğim süreç ise ölüm riski olan hastalıklara karşı olan bakış açımız.

          Daha önce ki yazılarda söylemeyi unuttuğum bir şey olduğunu fark ettim. Hastalığın öğrenildikten sonra bireyin yaşadığı evreler. 
           
           Bu evreler; Şok inkar etme dönemi; bu dönemde hastalık                                                         kabullenilmiyor, reddediliyor.
                              Kızgınlık duyma dönemi; hastalığın neden onda                                                   ortaya çıktığı sorgulanıyor.
                              Keder duyma, depresyon; hastalık                                                                           kabullenilmeye başlanılıyor ve                                                                               bireye üzüntü veriyor.
                              Kabul etme dönemi; hastalık tamamen                                                                    kabulleniliyor ve iyileşmek için                                                                             çözüm yolları aranılıyor.
                              Hastalıkla savaş dönemi; verilen ilaçlar,                                                                 kontroller hayatın önemli bir parçası                                                                       haline geliyor bu dönemde yaşanacak bir gerileme bireyde                                  büyük sarsıntıya sebep oluyor.
                              Terminal dönem; iyileşme şansının bittiği ölümün vukuu                                    bulacağının kesinleştiği dönem.

            Bu dönemleri yaşama süresi ve bir sonra ki döneme geçişi kişiden kişiye değişebiliyor. Kimi birey şok döneminden hemen sonra kabul etme dönemine geçebiliyor. Kimi birey ise aynı şok döneminden sonra aylarca kızgınlık ya da aylarca depresyonda kalıp kabul etme dönemine çok çok geç geçebiliyor. 

          Bir sağlıkçı olarak size söyleyebileceğim şeyler ise; hastalığınız ne olursa olsun bu hastalığa yakalanan ilk kişi siz değilsiniz, muhtemelen tek kişi de siz değilsiniz ve son kişi de siz olmayacaksınız. Yukarıda yazdığım dönemlerin bir kaçını büyük ihtimalle yaşayacaksınız. Fakat daha önce de söylediğim gibi iyileşilemeyecek değil geç kalınmış hastalıklar vardır. Yaşadığımız bu dünya da tek değilsiniz büyük ihtimalle bir aileniz, arkadaşlarınız, sizi seven bir çevreniz var. Size bir şey olduğunda üzülecek, yasınızı tutacak kişiler. Hastalığınızı öğrendikten sonra şöyle düşünebilirsiniz kimseye söylemeyeceğim bana acımalarını istemiyorum. Bu durumlarda insanlar birbirine acımaz birbiri için üzülür. Bunu bilin istedim. Çıktığınız yolculukta yanınızda birinin olması hiç kimsenin olmamasından kat be kat daha iyi. Yine de saklamak istiyorsanız siz bilirsiniz. Güneş hiç birimiz için doğmuyor ya da batmıyor. Her gün gördüğünüz kuşlar sizin için uçmuyor. Milyonlarca yıl boyunca insanlar öldü ve doğdu doğada hiç bir şey değişti mi, hayır! Sizden sonra da değişmeyecek bu yüzden değişmesi gereken sizsiniz. Koştuktan sonra ciğerinizi yakan hava sizin, güldüğünüz gözler sizin, söylediğiniz kelimeler sizin. Bu şans sizin. Her ne olursa olsun savaşma görevi sizin. Karamsarlık kimseye bir şey kazandırmadı bu zamana kadar, size de kazandırmayacak. Bu yüzden yerinizden kalkıp koşmalısınız ciğerinize çektiniz sizin olan o havayla gülümsemelisiniz hayata çünkü bu hayat sizin! Zaman zaman kötüleşebilirsiniz, ümidinizi kaybetmemelisiniz çünkü 5 dakika sonra ne olacağını bilemeyiz. 

                                                                                  GÖKSU YILAN
           
                              

28 Ekim 2015 Çarşamba

Hastalıklara Karşı Bakış Açıcı - Hasta Çocuk İse



         Keşke hiç bir çocuk hasta olmasa değil mi? Hiç bir çocuk üzülmese, sıkıntı çekmese çocukların sahip olduğu tek şey mutluluk olsa. Maalesef içinde bulunduğumuz dünya da her çocuk aynı yaşam kalitesine sahip olmuyor. Kimi çocuk zenginlik, şaşaa, lüks içinde doğuyor kimisi köhne bir kuytu köşede. Çocuk hastalıkları dersini alırken şunu öğrendim her çocuk yapabileceklerinin en üst kapasitesinde doğar fakat hayat bu kapasiteyi değiştirir. Hayat bu kapasiteyi doğduğumuz yerle, ailemizle, çevremizle, aldığımız eğitim ve hatta geçirdiğimiz hastalıklarla değiştirir. 

        Çocuklar gelişim sürecinde ölümü erişkin bireyler gibi algılamıyorlar. Ölümü algılayamayıp kaybetmeye reaksiyon vermeye başlayan çocuklar önce ölümün geçici olduğunu düşünüyor ve bu hareketin bir ayrılık ya da bir cezalandırma biçimi olarak kavrıyorlar. Ardından ölümün geri dönüşümsüz olduğunu fakat ölümden kaçabileceklerini düşünüyorlar. Okul çağına gelen çocuk ise artık ölümün tamamen farkına varıyor. Ölümün dönüşümü olmayan ve herkesin yaşamak zorunda olduğu bir olay olarak kabul ediyorlar.

       Ölümcül hastalığı olan çocuklar daha ölümü tam anlamıyla kavrayamadıkları dönemde verdikleri tepkiler hasta olmaya, ayrılığa ve ağrıya karşı oluyor. Çok uyuma, yemek yememe, mutsuzluk gibi belirtiler veriyorlar. Çocuğun bu dönemde yaşadığı duygular oynadığı oyunlara ve yaptığı resimlere yansıyor. Çocuk ölümü adım adım kabulleniyor ilk başta ölümü kabul etmezken daha sonraları sadece kendi ölümünü kabul etmiyor ve en sonunda ise ölümün her canlı için zorunlu olduğunu anlıyor.

        Çocuklar ölüme karşı altına kaçırma, okul başarısında düşme, kavgacılık, saldırganlık, uyku bozuklukları, kabus görme, öfke nöbetleri gibi tepkiler veriyor. Ergen bireyler ise ölümü tamamen kavradıkları için verdiği tepkiler sosyal izolasyon, kendini kısıtlama, tepkisizlik, depresyon, intihar girişimleri, okul başarısında düşme şeklinde oluyor. Ergenler zengin bir hayal dünyasına sahip olduğundan ölüm onlar için tamamen ezip geçen, yıkıcı bir olgudur.

        Hasta olan çocuk, herhangi bir çocuk ya da sizin çocuğunuz olabilir. Hiç kimse, hiç bir anne baba ne kendi çocuğunun ne de başka bir çocuğun böyle bir hastalıkla yüzleşmesini istemez. Ama oluyor işte. Bu tip durumlarda yapılacak şeyler hastalığı değiştirmiyor evet ama hayat kalitesini arttırıyor. Oturup ağlamak yerine niye biz diye isyan etmek, yakarmak yerine denenebilecek tüm tedavileri denemek ve kalan zamanı çocuk ya da ergen bireyle en iyi şekilde değerlendirmek daha akılcı oluyor. 

       Söyleyebileceğim şeyler ise;
       Çocuğa, eğer ölümü kavrayabilecek yaştaysa ki bu yaş okul dönemi yaşıdır öleceğini değil hastalığı açıklanmalıdır, çocuğu kandırmak daha sonra öğreneceği gerçekle daha fazla yıkılmasına yol açar.
        Hastalık açıklandıktan sonra neler yapılacağı, nelerle karşılaşacağı (ilaçlar, iğneler, terapiler gibi) sonuçlarının neler olacağı konuşulmalı.
        Çocukla ya da ergen olan bireyle her zaman açık bir iletişim sağlanmalı.
        Soruları açık bir dille cevaplanmalı, kandırmaya çalışmamalı.
        Güvence verilmemeli, bana güven iyileşeceksin gibi söylemler çocukta büyük bir beklenti yaratır hastalığın ilerlediği ya da ölümün kesinleştiği zamanlarla karşılaşmasında çocuk vereceğinden daha büyük tepkiler ortaya koyar kendini kandırılmış hisseder.
         Çocuğun umudu korunmalı bu güvence olarak değil de daha çok ihtimal şeklinde olmalı bazılarına bu tedavi iyi gelmiş sana da iyi gelebilir gibi.
        Tedavi süreci çocuklar için geçirilebilecek en iyi şekilde geçirilmeli. Sevdiği şeyleri yapabilirsiniz mesela bu birlikte oyun oynamakta olabilir, kitap okumakta ya da sevdiği bir yemeği yemek, gitmek istediği bir yere gitmek, arkadaşlarıyla birlikte olmasını sağlamak gibi. Çocuğun bu dönemi geçirebileceği en iyi şekilde geçirmesi sağlanmalı. 

        Yazdığım en zor yazı bu oldu galiba sırada ki yazı hasta siz iseniz üzerine olacak.

        Hiç bir çocuğun üzülmemesi ve hasta olmaması dileğiyle...

                                                                                                                   GÖKSU YILAN

Not: Resim Edward Munch'ın Hasta Çocuk adlı tablosu.

21 Ekim 2015 Çarşamba

Hastalıklara Karşı Bakış Açısı- Hasta Yakınınız İse

         Bir önce ki yazımla hastalıklara karşı bakış açımızı incelemeye başlamıştık. Bu yazımda ise hasta birey sizin bir yakınınız ise ona nasıl davranacağınızı, onu anlayacağınızı ve bir çok komplike olayı ele almak istiyorum. İyi okumalar...

                                                Hasta Yakınınız İse



            Kimse hastalanmak istemez bunu sizde biliyorsunuz çünkü siz de hastalanmak istemiyorsunuz. Öyle ya da böyle yani bir şekilde yakınınızın hasta olduğunu öğrendikten sonra hasta bireyle yakınlık derecenize göre hareketlerinize dikkat etmeniz ve çeşitli davranışlarda bulunmanız gerekir.  

              Burada hastalık olarak bahsettiğimiz olay bir ameliyat olabilir, ölümcül bir hastalık olabilir, bir uzuvun kaybı olabilir. İnsanın başına gelebilecek şeyler çok fazla. 

            Ameliyat olacak bireylerde yaygın stres görülür. Hüzünlenirler, çok fazla konuşmak istemezler, yemek yemeye direnç olabilir, ölüm korkusu vardır ve bu ölüm korkusu genelde anesteziden uyanamama üzerinedir. Ölüm korkusu yoğun olan bireylerde ise görüşmediği insanlarla görüşme isteği, bazı bireyleri yanına çağırma, öleceğini bildirerek son konuşmasını yapma gibi şeyler olabilir.

         Bu tür bir yakınınıza karşı alacağınız tavır onun ameliyata karşı bakış açısını da etkiler. Ameliyat olacak bireyi yüreklendirmek, destek vermek, stresini azaltmaya yönelik konuşmalar yapmak ona yaklaşmada en kolay ve doğru yol olacaktır. Bireye ameliyatı yapacak ekibi, ameliyatın nasıl gerçekleşeceğini, ne kadar sürede biteceğini açıklamak ve ameliyat sonrası için tavsiyelerde bulunmak ona destek olur. Ameliyat sonrası için tavsiyeler özellikle ölmeyeceğini, ameliyatın iyi geçeceğini ve hastalığın son bulacağı sinyallerini verir.

           Bir uzuv(el, kol, bacak vb.) kaybında işler maalesef farklı yürüyor. Burada birey büyük bir çöküntüye giriyor. Ve bu çöküntü tüm hayatını etkiliyor. Hastanın bu duruma karşı verdiği tepki işine, yaşamına ve yaşına bağlı olarak değişiyor. 90 yaşında bir erkek bireyin bacak amputasyonuna* verdiği cevapla 20 yaşında ki bir erkek bireyin verdiği cevap aynı olmuyor. Yaş küçüldükçe, statü ve hayat kalitesi arttıkça, vücut mekaniğine dayalı işlerde çalışanlarda cevap daha şiddetli oluyor. Bu bireylerde kabullenememe, depresyon, kendini soyutlama, intihar eylemleri görülüyor. 

           Size düşen ise yanında olduğunuzu hissettirmek, bu olayın bir çok insanın başına geldiğini göstermek gerekirse onun gibi olan bireylerle arkadaş olmasını sağlamak. Kendi gibi olan bireylerle iletişim halinde olması ona büyük moral verecektir ve hayatını şekillendirmesinde rol model edineceği için işler daha kolay yürümeye başlayacaktır. Kısaca hayattan kopmasına engel olun, sosyal aktivitelere katılmasını sağlayın, uygun bir iş bulun, durumu kabullenmesine ve hayatına yön vermesine yardımcı olun. Çünkü onlar o yaşlarına kadar geçirdikleri hayattan bambaşka bir hayata adım atıyorlar bu süreçte en çok ihtiyaç duydukları şey ise destek.

        Ölümcül hastalıklarda yakınlık derecenize göre sizde de bir miktar üzüntü olacaktır. Bu normal bir durum. Daha sonra ise verdiğiniz tepki sizi utandıracaktır, bu tepki "iyi ki ben değilim". Bir çok insan bu tepkiyi veriyor bunu normal kabul edin çünkü bu sizin kendinizi koruma içgüdünüz. 

      Bu tür ölümcül hastalıklarda bireyler çeşitli cevaplar verebiliyor bunlar; reddetme, kaçma, savaşma ya da ümitsizce kabullenme gibi seçenekler. Hastada ki bu seçenekleri gözlemleyip davranmak size düşüyor. Örneğin hastalığı reddeden bireyin hastalığı kabullenmesinde, hastalıktan kaçan bireyi hastalıkla yüzleştirmekte, hastalıkla savaşan bireye destek olmada ümitsizce kabullenen bireye ise umut ışığı yakma da aktif rol alabilirsiniz. Bu hastaya ve size bağlı bir davranış olacaktır. 

       Verebileceğim genel tavsiyeler ise hasta hangi düşünce yapısında olursa olsun ona moral vermek, geçmiş güzel günlerden bahsetmek, gelecek üzerine hayal kurmak, pozitif düşünmesini sağlamak ve sevdikleri üzerine yoğunlaşmak, bunlar sevdiği yemekler olabilir, sevdiği filmler, müzikler kitaplar... Ölümcül hastalıklarda bireylerde ölüm korkusu baskındır bu yüzden hayattan kendilerini soyutlarlar buna izin vermeyin onlara hayatın devam ettiğini ve hayattan kopmamaları gerektiğini öğretin. Onun gibi aynı hastalığa yakalanıp iyileşen bireylerle onu tanıştırın ya da hikayelerini anlatın. Bir de yanlarında ağlamayın...

         Yazımın bir sonra ki bölümünde hasta birey çocuğunuz ise neler yapıp neler yapmacayacağınız üzerine olacak. Görüşmek üzere...


                                                                                                                                                                                                      GÖKSU YILAN

* Bir ekstremitenin(kol, bacak vb. gibi) tıbbi olarak alınması. 

17 Ekim 2015 Cumartesi

Hastalıklara Karşı Bakış Açısı

           Bu gün bir yazı dizisine başlamak istedim. Düşünceme göre 3-4 bölümlük bir yazı dizisi olacak. Herkesin keyif alacağı ve bir şeyler öğrenebileceği en azından fikir sahibi olacağı bir şey olmasını istedim ve hastalıklara karşı bakış açımızı irdeledim umarım keyif alırsınız...

                                           Hastalıklara Karşı Bakış Açısı




       Hepimiz diyor muyuz, evet ben sağlıklıyım benim hiç bir problemim yok diye? Bazılarımız bunu söyleyebilir bazılarımız içinse hayat hiç kolay değil. Bağışıklık sistemi zayıf olan insanlar, yaşlılar ve çocuklar çok sık hasta olur buna sizde tanıklık etmişsinizdir. Basit bir gripten tutunda komplike bir hastalığa kadar. Dirençli olanlarımız hastalıklara geç ve az yakalanırken bağışıklık sistemi zayıf olanlar daha sık ve daha erken hastalıklara yakalanıyor. Her hastalık için tabi ki geçerli bir durum değil bu. Ölümcül olan hastalıklarda genlerimizden tutunda yaşam tarzımız, yediğimiz besinler, çalıştığımız iş, düşünce tarzımız hastalığa yakalanmamız da etken oluyor. Sigaranın, alkolün bazı kanser türlerini arttırdığını, kötü beslenmenin kalp damar hastalıklarını tetiklediğini, yoğun stres yaşayan bireylerin depresyona ve kalp krizi geçirmeye yatkın olduğu aşikar.

       Ölümcül hastalıklarda da her ne kadar iş değişse de sağlıklı ve stressiz bir yaşam hastalıkları önemli ölçüde engelliyor. Tabi ki yüzde yüz değil fakat önemli ölçüde! İnsanoğlu maalesef geleceği görme yetisine sahip değil bu yüzden önceden yakalanacağımız hastalıkları ya da yaşayacaklarımızı bilmiyoruz. Günü kurtarmanın tek yolu ise hastalıklar için düzenli kontroller. Bu kontroller kan tahlili olabilir, idrar tahlili olabilir, check up dediğimiz ayrıntılı bir tarama olabilir. Buna siz, hekiminiz ve tabi ki bütçeniz karar verecek. Hepimiz hasta olabiliriz fakat önceliğimiz erken teşhis olmalı. İyileşilemeyecek bir hastalık yok tedavi de geç kalınmış hastalıklar var. Tedaviye cevap verme ya da vermeme durumu ise vücudun tepkisiyle alakalı. Resmin tamamına baktığımızda aslında iyileşme sürecinin bir zincir olduğunu görüyoruz yani aslında herşey mümkün!

       Gelelim psikiyatrik hastalıklara. Pskiyatrik hastalıklar için de bazı ön sinyaller var. Önemli olan bunların bir psikiyatrik hastalık belirtisi olduğunu anlamak. Örneğin birden ortaya çıkan uyku probleminiz, geçmeyen bir melankolikliğiniz, normalde yapmadığınız davranışları göstermeniz gibi...  Psikiyatrik hastalıklar için de kan tahlili yapılıyor. Kanınızda eksik olan bir bileşen, bir hormon ya da bir vitamin sizin duygu durumunuzu ve davranışlarınızı etkiliyor olabilir. Tabi bu kan tahlili genelde bireyler polikliniklere rahatsızlıkları şikayetiyle başvurduklarında oluyor. Psikiyatrik hastalıklar için kesinlikle geçmez damgası vurmak yanlış olur çünkü birçok hasta iyileşmiş bir biçimde taburcu oluyor hastaneden. 

     Ne diyordum, iyileşilemeyecek değil geç kalınmış hastalıklar vardır... Bir sonra ki yazı da hastalanan yakınınız ise neler yapabileceğimiz konusunda bir şeyler paylaşacağım. 

     Pozitif kalın... :) 

                                                                                                                                                                                                 GÖKSU YILAN

8 Ekim 2015 Perşembe

Hamilelikte Psikoloji



            Hamilelik, yeni bir birey dünyaya getirme biz kadınlara verilmiş en güzel şey olsa gerek. Kadın vücudu o kadar donanımlı yaratılmış ki hem kendini idare edebiliyor hemde içinde ki diğer canlıyı. Hamile kalındıktan sonra günler sayılmaya başlıyor, cinsiyet merak ediliyor, isim düşünülüyor, gırla yapılacak iş yani. Fakat bu sırada kadın vücudu kendini bebeğe uydurmaya, bebeği büyütmeye ve korumaya çalışıyor. Annenin ihtiyaçları bu dönemde değişiyor, daha çok yemek yeme isteği uyanıyor, aşeriliyor, mide bulantısı oluyor, hormonal farklılıklar oluyor, anne hem vücut olarak hem birey olarak değişiyor.
           
          İnsan embriyosunun kadın vücudunda doğuma kadar geçirdiği süre 36-40 hafta arası oluyor genelde. Bu süre zarfında embriyo anne karnında büyüyor, besleniyor ve gittikçe bir bebeği benziyor aslında. Ve süresini tamamlayınca da doğarak anne vücudundan bağımsız olan hayatına başlıyor. Hamileliği süre olarak incelediğimizde daha kolay anlayabilmek ve keskin farklılıkları ayırabilmek için üçe ayırıyoruz bunlara trimester (dönem) diyoruz, her bir trimester üç aylık döneme karşılık geliyor.
          
          Gelelim ilk trimestera, bu trimester annelerin anne olacaklarını öğrendiği, şaşırdığı, karmaşık duygulara ev sahipliği yaptığı dönem. Bu döneme hatta ambivalans(zıt) dönem bile denilebiliyor çünkü anne bir çok zıt duyguyu bu dönemde yaşıyor. Mide bulantıları oluyor. Karnının büyümesi anneyi korkutabiliyor, eski kıyafetlerinin olmaması üzebiliyorken, anne olucağı için mutluluk, heyecan hissedebiliyor. Aynı zamanda bu dönemde çevresinin hamileliğini bilmesini, çevresinin onu desteklemesini bekliyor. Bu dönem annenin bebeği doğuracağına ya da doğurmayacağına karar verdiği dönemde. Duyguların karmaşık olması çevreden dengesizlik olarak görülebiliyor, birey 5 dakika önce hamileliğine sevinirken 5 dakika sonra ağlıyor olabiliyor.
         
          İkinci trimester (ikinci 3 aylık dönem); bu dönemde annenin bulantıları hafifliyor hatta geçebiliyor, karnı iyice büyüyor ve aynaya baktığında kendini, karnını diğer hamile bireyler gibi görüyor, bebeğin hareketlerini hissetmeye başlıyor ve bu ona mutluluk veriyor. Zıt duyguları ilk trimester gibi yaşamasa da hala bazı hareketleri şaşırtıcı olabiliyor. Normalde umursamadığı bir davranışı ya da sözü umursayabiliyor, alınabiliyor hatta kızabiliyor. Diğer hamile bireylerle konuşmak, bilgi almak istiyor. 
          
         Üçüncü trimester; hamileliğin en zor evresidir denebilir. Vücut tamamen değişiyor ve bu anneyi zorluyor, hareketlerini kısıtlıyor. Anne hamilelikten yorulmuş fakat bir o kadar da hamileliğe alışmış oluyor. Bebeğine bir şey olacağı korkusu yaşıyor bu yüzden dışarı çıkmayı istemeyebiliyor. Ambivalans (zıt) duygular kendini tekrar gösteriyor ve anne doğumu düşünmeye başlıyor, bebeğini doğurmak istiyor fakat  doğumdan korkuyor. Çevresinin bebeğe karşı tepkisini düşünüyor, bebeğine karşı olacak olumsuz bir davranışı kendisine yapılan olumsuz bir davranış olarak algılayabiliyor. Bu dönemde eşin desteği çok önemli bir hal alıyor, eş anneye yanında olduğunu, onu desteklediğini, bebeği beklediğini ve ikisini de seveceğini hissettirmesi gerekiyor.
          
         Bu dönemlerden sonra; gerçekleşen doğum, bebeğin sağlığı, annenin sağlığı, çevrenin tepkileri ve bebeğin istenilip istenmemesi annenin psikolojisinde rol oynuyor. Lohusalık denen dönemde anne aşırı duygusal ve duyarlı oluyor. Kendi kendine üzülüp nedensiz ağlayabiliyor. Bebeğine bakma konusunda endişelenebiliyor, desteğe ihtiyaç duyuyor. Ve bunları da atlattıktan sonra bebeği içeren bir yaşam tarzı oluşturuyor. Kadının vücudu yavaş yavaş eski haline dönmeye başlıyor hormonları, psikolojisi ilerleyen zamanlarda tıpa tıp eskisi gibi olmasa da eskiye yakın hale geliyor zaten tamamen eskisi gibi olması beklenmiyor çünkü artık o bir anne. :)

                                                                                                                                                                                                      GÖKSU YILAN

23 Eylül 2015 Çarşamba

Psikofizyolojik Hastalıklar

       Daha önce yazdığım midenizin de sizinle birlikte üzülüp üzülmediği üzerine bir yazım vardı okumadıysanız eğer tık tık. Psikolojimizden etkilenen tabi ki sadece midemiz değil. İnsan, bir bütün olarak ele alındığında en önemsiz ve en önemli şeyler arasında yaşıyor ve şekilleniyoruz.
      Psikofizyolojik hastalıklar bize psikolojiyle beden arasındaki ilişkiyi bir ölçüde kanıtlıyor. Stresten, öfkeden ve kederden etkilenen psikolojimiz, vücudumuzun çalışmasını iyi ya da kötü bir şekilde etkiliyor. Vücudun iç dengesi yaşanılan duygu durumla bozulunca vücutta bu yeni ortama karşı bir tepki oluşturuyor neticede etki varsa tepkide olacaktır. Bu hastalıkların ortaya çıkışı, seyri, gidişatı bireyin duygu durumunda ki gidişatla aynı doğrultuda oluyor.
      Değişen ve gelişen bir dünyada yaşadığımızı göz önünde bulundurduğumuzda hepimiz her gün farklı uyaranlara maruz kalıyoruz. Kimimiz bu uyaranları gözardı ederken kimimiz gözümüzde büyütüyoruz ve psikolojik olarak etkilerine maruz kalıyoruz. Vücutta meydana gelen değişimler farklı sistemlerde yer alabiliyor.
       Bu sistemler; solunum,
                             dolaşım,
                             sindirim,
                            sinir sistemi,
                            deri,
                            zihinsel aktiviteler,
                            duygular
       olabiliyor.
      Sistemlerimizde meydana gelen değişiklere vücut uymaya çalışıyorsa adaptasyon sürecine giriyoruz. Bu adaptasyon sürecine girmemiz ise bireye bağlı olarak gelişiyor. Bireyin algısına, çözüm üretmesine, olaydan kaçışına gibi. 
      Bozulan iç denge sonucunda sistemlerde ortaya çıkan bazı hastalıklarsa şöyle; 
       

                                                                                                                                                                                Astım; patofizyolojik olarak sebepleri olduğu gibi psikofizyolojik bir hastalık olabilen astımı enfeksiyonlar, alerjenler ve duygusal stres tetikliyor. Birey psikolojik olarak astıma yakalanmaya müsait hale geldiğinde astım kendini gösteriyor ya da stresin pik yaptığı sırada astım krizine giriyor. Bastırılmış öfke, sevilme gereksinimi, istenilen şeyin elde edilememesi    psikofizyolojik olarak astımı tetikleyen olayların başında yer alıyor.

           Sindirim sisteminde görülen, mide ağrıları, bulantı, kusma, gaz, aşırı yeme isteği ya da hiçbir şey yememe, reflü gibi rahatsızlıklar görülebiliyor. Yapılan araştırmalarda ise sindirim sisteminde görülen psikofizyolojik hastalıkları olan bireylerin debresyonda olduğu, bu bireylerde aynı zamanda panik bozukluğu olduğu bulunmuş.
           
         
           Egzama: stres kaynaklı bir deri hastalığı kendisi. Bireyin iç dengesinin bozulmasıyla mücadele edemediği zamanlarda derinin yeter artık isimli çalışması diyorum ben kendisine. Genetiksel olarak yatkınlıkta egzamanın çıkmasında önemli rol oynuyor. Bebeklerde görülen egzamanın stresle bir alakası yok. Yetişkinlerde görülen egzamanın başlıca sebebi ya alerji yada stres. Eklem yerlerinde, yüzde, sırtta ya da vücudun herhangi bir yerinde çıkabiliyor. Kaşınıyor, kızarıyor ve can yakıyor.

           Bunlara ek olarak bireyde sürekli idrara çıkma isteği, kasıklarda ağrı, ağrılı menstrüasyon, hormonal düzensizlikler, cinsel hayatta aksamalar, erken menapoz, hipotriodi, kan şekeri düzensizlikleri de görülebiliyor.

            Benim önerim ise öncelikle her hastalık kendi uzmanlığı olan hekimlere gidilerek araştırılmalı eğer hekiminiz psikolojik kaynaklı olduğuna inanırsa sizi ilgili hekime yönlendirecek böylece çözüme doğru bir adım atmış olacaksınızdır. Bu hastalıkların hepsi kesinlikle psikolojik kaynaklıdır demek yanlış olacağı gibi kesin altında yatan bir hastalık var demekte yanlış olacaktır karar vermeden önce hekime danışmak en doğru yoldur. Stres kaynaklı olduğunu düşünüyorsanız da olabildiğince stresten uzak durmayı değil stresi kabul ederek onunla yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor. Stres üzerine yazdığım yazımı okuyarak yeni bir sayfa açmanın tam zamanı olabilir belki. (Stres Sizi Tüketmesin!)

         Unutmayın ki hiçbir şey sizden değerli değil!
           
                                                                                                                                                                                                           GÖKSU YILAN

16 Eylül 2015 Çarşamba

İnternet Bağımlılığı

          Nerede o eski bayramlar diye yakınan büyüklerimize tuhaf gelen, günümüzün çığ gibi büyüyen sektörü internet! İnternet bir çoğumuzun hayatına son 15-20 yılda kuvvetli bir şekilde girdi. İlk bilgisayar bir oda büyüklüğünde iken şimdi ceplerimizde taşıdığımız akıllı telefonlara kadar geldi insanoğlu. Harvardlı bir genç, bilgi paylaşmak için açtığı bir siteyi tüm dünyaya yaydı. Ardından başka siteler onu takip etti. İlk telefonlar birinin kafasına atsanız tabiri caizse kafayı yaracak iken şimdi inceliğiyle, özellikleriyle birbirleriyle yarışan hayatın olmazsa olmazları haline geldi.
        Sabah rutininiz arasında ne var, düşündünüz mü? Kahvaltı hazırlamak? İşe yetişmek? Sosyal medyayı kontrol etmek? Günümüzde bir çok iş internet üzerinden yürütülüyor bunun aksini kimse  iddia edemez. Gelen mailler, alınan randevular, ilkokula giden bir öğrencinin ödevini araştırması, mide ağrınızın sebebi... Her şeyin dozunda güzel olduğu şu fani hayatta insanoğlu, tüketim çılgınlığını internette de gösteriyor. Bunlardan biri ya sizsiniz ya da tanıdığınız biri.
                               
           
          Eğer; uyanır uyanmaz elinize internete girmenizi sağlayacak elektronik cihazınızı alıyorsanız,
                    gün içinde sürekli sosyal medya hesaplarınızı kontrol ediyorsanız,
                    sosyal medya hesaplarınızda yeni gündemi kaçırma korkusu yaşıyorsanız,
                    uyku düzeniniz internete girdiğiniz için bozuluyorsa,
                    ilişkilerinizi gerçek hayattan çok internet üzerinden yürütüyorsanız,
                    başkalarının hayatlarını internetten sürekli takip ederek kendi moralinizi bozuyorsanız,
                    yapmanız gereken işleri 5 dakika sonra yaparım diyerek saatlerinizi harcıyorsanız,
                    ailenize, işinize, normal hayatınıza ayırmanız gereken vakti internete harcıyorsanız,
                    çevrenizden uyarılarda almaya başladıysanız

          merhaba demek istiyorum size. Hoşgeldin farkındalık! 
           
           İnsan herhangi bir şeye biranda alışmadığı gibi alıştığı bir şeyi de biranda bırakamaz. İnterneti kullandığınızı değilde internetin sizi kullandığını düşünüyorsanız bazı küçük noktalara dikkat ederek, hayatınızı değiştirerek yola devam etmeniz sizin hayatınız için daha olumlu olucaktır.

           Peki ne yapabilirsiniz?

           Bir hobi edinin kendinize.
           Gün içinde internete gireceğiniz bir süre belirleyin, ve aşmamaya dikkat edin.
           İnsanlardan sizi uyarması için yardım isteyin. (Bırak bakayım o telefonu! Seni, seni seni!)
           Spor yapın, spor her zaman zihnin kurtarıcısıdır.
           Sosyal medya hesaplarınızla vedalaşın, bir iki tane yeter beş on değil!
           Yeni arkadaş grupları edinin, tanınacak insanlar eski insanlardan her zaman daha ilgi çekicidir.
           İnternetin olmadığı kısa tatillere çıkın, bu hafta sonu internetsiz bir kamp tatili mesala.

           En önemlisi de bağımlılığın insanı kendisini yönetmesine engel olduğunu hatırlayın, siz bir bireysiniz, vücudunuza ve beyninize hükmedebilirsiniz!

                                                                                                                                                                                               GÖKSU YILAN

10 Eylül 2015 Perşembe

Terör ve Psikolojisi

Bu gün yayınlayacağım başka bir konu vardı. Fakat içinde buluğumuz durum itibariyle bu konunun daha uygun olacağına karar verdim ve bir şeyler yazmak istedim. 


         Terör güdülen bir amaca ulaşmak için gerek sivillere gerek yönetime uygulanan baskı, yıldırma, şiddet eylemidir.  Terör grupları 3-5 kişilik küçük gruplardan 100-200 kişiye de çıkabilir hatta daha fazla sayıda ki topluluklarda terör grupları oluşturabilir. Terör gruplarında güdülen amaçlar, içerisinde yer aldığı toplumun isteklerine ters düşen ya da topluma zarar verecek olan amaçlardır. Kendi isteği toplumun isteğine göre azınlıkta olan bireyler kendi isteklerini kabul ettirmek amacıyla bir araya gelir ve isteklerini kabul ettirmek için çeşitli yollara başvurabilir. 

        Terörün doğuşu insanlığın bencilliğinden kaynaklanıyor diyebiliriz. Bu gün alınacak bir karar toplumun çoğunluğunun kararı iken topluma göre isteği azınlıkta olan bu bireyler bu kararı kabul etmez ve demokrasiye uymak istemezse kendi isteğinin gerçekleşmesi için, kendisi gibi düşünen bireylerle bir araya gelerek demokratik olmayan yollardan gerek manevi ve maddi zarar vererek gerek öldürerek ya da çeşitli eylemler yaparak isteğini elde etmeye çalışıyor.

          Terör gruplarının amaçları dinsel, ekonomik, özgürlük amaçlı, siyasi ya da sadece zarar vermek olabiliyor. Bu terör grupları kendi içerisinde çeşitli eğitimlerle beyin yıkama, özgür iradeyi baskılama yaparken sempatizan kazanmak için tehdit ve şiddet yolunu da kullanabiliyor. Sadece öldürmeye yönelik eylemleri haricinde toplumsal olayları tetikleyebiliyor. Halkı galeyana getirmek, asılsız bir haber yaymak, bir grup kurum ya da kişiyi kötülemek gibi.

          Terörün olduğu ülkeler ve bölgelerde insanlar terör grubunun sempatizanları ve sempatizan olmayanları olarak genel itibariyle ikiye ayrılıyor. Kendini ikiye ayıran insanlar arasında nefret duygusu çığ gibi büyüyor (zenofobi). Nefretin oluştuğu ortamlarda terör grupları iki gurubu birbirine düşürmek, toplumsal olaylar çıkarmak ve kendini riske atmadan insanların birbirini tahrip etmesini sağlıyor.

          Terörden etkilenen en büyük gruplar şüphesiz ki terör gruplarının içerisinde yer alan bireylerin aileleri, terör gruplarına karşı eylem içinde olan bireylerin (asker, polis vb.) aileleri ve tarafı olmasına gerek olmadan etkilenen çocuklar oluyor. 

           Dünyanın her neresinde olursa olsun terörist ve terör grupları herhangi bir hafifletici neden olmadan en ağır suçu işliyor. Bunlar; ölüm, huzuru bozmak, devlet malına zarar ve belki de en önemlisi psikolojik zarar. Bu psikolojik zarar küçük bir sekelden büyük bir engele varabiliyor. Çocukların gelişiminde geri dönüşlere, yetişkin bireylerde psikolojik sorunlara (akut stres, evden çıkamama, yalnız kalamama, uyku problemleri, depresyon, intihar...) neden oluyor. 

          Eğer bir terör mağduru iseniz önce yaşadıklarınızı ve duygularınızı kabullenin bir sonra ki adım ise duygularınızı ifade etmeniz, yaşadıklarınızı en azından ailenizle paylaşmanız ya da ailenizde sizinle aynı durumda ise yardım almak ve olayı yaşadığınız yerden uzaklaşmak işe yarabilir.

          Toplumsal olarak söyleyebileceğim ise şiddetli duygulardan ve bu duyguların yarattığı hareket isteğinden minimum derece etkilenmek. Şiddete şiddetle cevap verilmeyeceğini bireysel olarak bilsek de toplumdan topluma değişebilen bazı kavramlardan ötürü terör eylemlerine karşı hassas ve çabuk galeyana gelir bir hal alıyoruz. Tepki göstermek hepimizin istediği şey fakat kaos terör gruplarının işine yarar, bu unutmamakta fayda var. Teröre karşı toplumca sergilenebilecek en güzel davranış ise birlik olmak, galeyana gelmemek, şiddet içeren eylemlerden uzak durmak ve  terörü çözme işini kolluk kuvvetlerine ve siyasilere bırakmak. 

        Son olarak söyleyebileceğim biz insanlar dünyaya canlıların en akıllısı olarak geldik terör ise demokrasiyi çiğneyen ve akılcı insanın davranışlarının tam tersi olan bir eylem. 

          Terör hayvanlar aleminde doymayı ve hayatta kalmayı sağlar, bizler ise insanız!

                                                                           GÖKSU YILAN

2 Eylül 2015 Çarşamba

Zamanınızı Doğru Kullanın


           Biliyoruz ki insan hayatının en kıymetli olgularından birisi zaman. Durdurulamayan, biriktirilemeyen, devredilemeyen zaman... Zamanın ne zaman başladığını ve biteceğini maalesef bilemiyoruz zaman dünyadan önce var mıydı dünyanın oluşmasıyla mı zaman oluştu? Bu sorulara rağmen, insanoğlu zamanın başlangıcı ve bitişi bir kenara dursun kendi zamanının başlangıcı ve sonu olacağını biliyor. Sizin zamanınızın başlangıç tarihi doğum tarihiniz bitiş tarihi ise ölüm tarihiniz olacak. Bu iki zaman diliminin arasında geçirdiğiniz süre ise size hediye edilen zaman dilimi. Bu zaman dilimini ister har vurup harman savurun, ister akıllıca kullanın ya da "benim vaktim yok, bu kadar zaman bana yetmez" diyerek isyanda bulunun. Hiç bir isyan zamanınızı değiştirmeye yetmeyecektir bir gün için 24 saatiniz var ve bu siz ölene kadar değişmeyecek.

          İşte bu yüzden insanoğlunun kullanmayı öğrenmesi gereken en önemli şeylerden biri zaman. Zamanın 4 çeşidi vardır diyebiliriz. Bunlar; gerçek zaman, psikolojik zaman, biyolojik zaman, yönetsel zaman.
          
          Gerçek zaman saatin size gösterdiği zamandır.
          Psikolojik zaman sizin saatten bağımsız olarak hissettiğiniz zamandır.
          Biyolojik zaman vücudunuzun hissettiği ve ona göre yaşadığı zamandır.
          Yönetsel zaman yönetime ayrılmış zamandır.

          Sevdiğimiz şeyleri yaparken zamanın su gibi akıp geçtiğini sevmediğimiz şeylerde ise zamanın geçmek bilmediğini iddia ederiz bu psikolojik zamandır sizin algınızla ilgilidir. Her gün aynı vakitte gelen uykunuz ise biyolojik zamandır vücudunuz kendini o saatte uykuya aç hisseder. 

           Biyolojik zamanı vücudunuza alışkanlık kazandırarak değiştirebilirsiniz, her gün aynı saatte kalkmak alarmınız kurulu olmasa bile ertesi gün o saatte kalkmanızı sağlayacaktır. Yine her gün belirli saatlerde ders çalışmak ertesi gün o saatte ders çalışma istediğinizin olmasına, aynı saatlerde yemek yemek ertesi gün o saatte acıkmanıza sebep olur. Biyolojik saatinizi vücudunuza alışkanlık kazandırarak ayarlarsınız.

          Psikolojik zaman için söyleyebileceğim tek şey sevdiğiniz ve sevmediğiniz şeylere bağlı olduğu, eğer uğraştığınız şeyi severseniz o sırada zaman su gibi akıp geçecektir, sevmezseniz geçmek bilmeyecektir. Her şeyi dengeli bir biçimde sevmek ya da sevmemek zamanın kendi işleyişine daha yakın bir biçimde geçmesini sağlayacaktır. 

        Yönetsel zamanı daha çok yöneticiler kullansa da gerçek zamanın işleyişiyle çok yakındır. Yönetsel zaman için yönetici olmaya da gerek yok zaten hepimiz kendi hayatlarımızı, ödevlerimizi, ailemizi ya da aktivitelerimizi yönetmiyor muyuz sanki?

        Gelelim gerçek zamana, saatlerde objektif olarak gördüğümüz zaman demiştik. Kendisini bende sizde aynı şekilde görüyoruz. Fakat herkes kendisini aynı ölçüde kullanamıyor. Kimisi o kadar işin arasında eğlenecek vakit bulabilirken kimisi daha az iş yaptığı halde yetiştiremiyor. Burada zamanı doğru kullanmak devreye giriyor. 

       Gerçek zamanı doğru kullanmak için; 
       İşlerin başlangıç ve bitiş sürelerini belirlemek,
       Bir gün önceden yapılacak listesi oluşturmak,
       Sabah uyanıldığında yapılacakları kontrol etmek,
       İstemediğiniz şeylere hayır demek,
       Çalışmanın yanında kendinize de zaman ayırmak,
       Zaman envanteri tutmak,
       Zamanınızı çalan şeyleri belirlemek ve uzak durmak,
       Hedef belirlemek,
       Biyolojik ve psikolojik zamanınızı ayarlamak,
       Ertelememek,
       Yapılacakların önceliğini belirlemek,
       Plan yapmak,
       Sıkıcı olan işi ilk önce yapmak,
       size önemli ölçüde zaman kazandıracağı gibi işlere fazladan zaman ayırma, gereksiz strese girme gibi olaylardan sizi kurtaracaktır. Bu liste yaşınıza, yaptığınız işe, yaşadığınız ortama göre değişebilir, farklılaşabilir bunu siz ayarlayabilirsiniz. Çünkü sizin zamanınız ve hayatınız size özeldir diğer insanların zamanı ve hayatlarıyla aynı olmak zorunda değil.

       Zaman sizi değil siz zamanı kullanın, çünkü bitiyor...

                                                                                                                                                                                                            GÖKSU YILAN

Not: Resim Salvador Dali - Belleğin Azmi

26 Ağustos 2015 Çarşamba

Stres Sizi Tüketmesin!



               
               Stres dünya üzerinde ki tüm insanların ortak sorunudur herhalde. Yediden yetmişe hepimiz stresliyiz. Aktif olarak yaşadığımız bu olayın üstüne yazılacak ve çizilecek çok şey var aslında ama ben kısa tutmaya çalışacağım.

              Stres bireyin iç dengesiyle dış dengesinin çatışma hali aslında. Mesela dışarıdan gelen yoğun baskı karşısında siz hiçbir şey yapmıyor ve sadece yapmayı düşünmekle kalıyorsanız gittikçe stresli hale gelirsiniz, bu durum sizde bir süre sonra gerek fizyolojik olarak; vücudunuzda egzama gibi belirtiler verir ki biz buna psikofizyolojik hastalık diyoruz ( nedir bu psikofizyolojik hastalıklar diyorsanız bir kaç yazı sonra onu da yazacağım) gerek psikolojik olarak belirtiler vermeye başlarsınız; içe kapanma ya da hırçınlaşma gibi. Strese esasen vücudun kendini koruma mekanizması diyebiliriz. Bu mekanizmasız bir birey yok çünkü bu bizim vücudumuzun bir parçası...

             Stresi bir sorun olarak değil de birlikte yaşanması gereken bir olgu olarak görürsek her şey daha kolay olacaktır. Bu birlikte yaşamaya stresi makul düzeyde tutmakta diyebiliriz.

           Stresli olduğunuzda şu belirtileri görebiliriz;
           Karar vermede zorluk,
           Güvensiz hissetme özgüvende sarsılma,
           Sigara ve içkiye eğilim,
           Sorundan kaçmaya yönelik hareketler uyumak ya da ortamdan uzaklaşmak,
           Öfke krizleri
           Sık sık düşüncelere dalma,
           Hayal kurmada yoğunluk.

          Bunlar dediğim gibi stresle yaşamayı bilmediğimizden kaynaklanan aşırı stresli olan bireylerde ortaya çıkan belirtiler. Bu belirtiler kişi de olmayabilir, biri olabilir, hepsi olabilir. Neticede hiç birimiz aynı değiliz!

         Stresle yaşamayı öğrenmeliyiz derken tabi ki de gel strescim birlikte biraz takılalım birbirimizi daha yakından tanıyalım, hatta aynı eve bir çıkalım birlikte yaşamaya başlayalım değil. Hayatınızın bir parçası olduğunun farkına varmalı gerekli durumlarda ona müdahale etmelisiniz. Stresi belirli düzeyde tutmak bireye işini yapmada katkı, hayatını sürdürmede istek sağlar. Yani stresin azı makbul. Çoğu ise küçük bir çocuk gibi, istediği ise sizi zora sormak ve bunu yapana kadar da durmamak, önemli olan stresi eğitebilmek yani. :)

       Stresle birlikte nasıl yaşamaya başlarız? Bir kaç ipucu;
       Olumlu düşünmeye başlayın kötü olaylar sadece sizin başınıza gelmiyor değil mi :)
       Mümkün olduğunca duygularınızı paylaşın,
       Zamanı kullanmayı öğrenin, (bilmiyorsak eğer yazısı çok yakında geliyor:))
       En iyisi olmak için değil kendiniz için en iyi olun,
       Yaşadığınız, çalıştığınız ortamı düzenleyin,
       Spor yapın, beslenmenize özen gösterin,
       Başa çıkamadığınız olaylar için yardım isteyin unutmayın bir elin nesi var iki elin sesi var!
       Çözemediğiniz problemleri biran önce çözün ya da hayatınızdan çıkartın!
       Stres kaynağınızı bulun ve neden sizde stres yarattığının farkına varın olayı çözümleyin.
   
       Bunların haricinde bir çok şey sizin stresle başa çıkmanıza yarar sağlayabilir bunu siz zaman içinde fark edeceksiniz, işinizi değiştirmek, oturduğunuz muhiti değiştirmek hatta kendinizi değiştirmek stresle başa çıkmada etkin bir yol olabilir.

       Unutmayın; biraz stres sorun çözmeyi, çok stres sorun yaratmayı sağlar...
                     
                                                                                                                                                                                                  GÖKSU YILAN
         

19 Ağustos 2015 Çarşamba

Ben üzüldüğümde midemde mi üzülüyor?

          Bu gün yataktan kalktınız her şey çok güzel olabilecek durumdayken her şey bir anda sarpa sardı. Olmaması gereken tüm olayalar oldu, üzüntünüz hat safhada... Belki ağladınız belki de susmakla yetindiniz ve o da ne? Her üzüldüğünüzde karşınıza çıkan karnınızın sol tarafında ki o korkunç kramplar...
           
         Siz üzüldüğünüzde mideniz de bunu hissedip üzülüyor mu, birlikte yas mı tutuyorsunuz yoksa?
       
       
 Biz canlılar tek hücrerilerden çok hücrelilere kadar olan hayatta kalmayı başaranlar zamanla evrime ayak uydurarak hem kendimizi hem sinir sistemimizi geliştirdik. Bu sinir sistemi Periferal Sinir Sistemi ve Santral Sinir Sistemi olarak ikiye ayrılıyor. Santral Sinir Sistemi dediğimiz sistem omuriliğin içinde olan ve iyi korunan ana sinir sistemidir. Santral Sinir Sisteminin omurilikle korunmasının bir nedeni budur bu sisteme gelecek bir zarar kalıcı ve büyük olur. Periferik Sinir Sistemi ise omuriliğin içinde olan Santral Sinir Sisteminin uzantılarıdır parmak uçlarınıza kadar ilerler. Periferik Sinir Sistemine gelecek bir zarar yönettiği organ ya da bölgeyi etkiler. Vücudumuz bu sinirlerin koordineli çalışmasıyla bir uyum içindedir. Bu sinirlerin verdiği iki tepki vardır sempatik ve parasempatik cevaplar. Sempatik sinirler sizi uyarır, heyecanlandırır, ya kaç ya savaş cevabıdır. Parasempatik sinir cevabı ise bir şey yok, olduğun gibi takıl cevabını verir yani Paramsepatik cevap derki "sakin dostum!"
         
       

          Gelelim midemize. Midemizde her organımız gibi bu sempatik ve parasempatik cevaplardan yeterince nasibi alıyor ve ona göre kendi cevabını veriyor. Örneğin mideniz sempatik cevap devredeyken kendini kapatıyor, 5 dakika önce kendinizi aç hissediyordunuz fakat şuan yemek yemek istemiyorsunuz ardından devreye giren parasempatik cevapla tekrar acıktığınızı hissediyorsunuz. İşte bu cevaplar dahilinde siz aşırı üzüldüğünüzde, aşırı öfkelendiğinizde ya da aşırı stresliyken midenizde içinde bulunduğunuz duygu durumun gerek hormonlarınız ve gerekse sinir sisteminizin üzerinde yarattığı etkiden nasibini alıyor ve kafasına göre kasılmaya başlayarak size ağrı veriyor. Aslında bu midenizin size doğal yollardan verdiği bir sinyal. Size olduğunuz durumdan çıkmanız gerektiğini eski halinize dönmeniz gerektiğini çünkü normal olanın bu olduğunu söylüyor.
       
          Böyle durumlarda olduğunuz durumdan sıyrılmak hem kendinizi hem midenizi yatıştırmak en iyi çözüm. Çünkü zaman içinde midenizin verdiği bu ağrı çeşitli hastalıklara dönüşebiliyor; gastrit, ülser ve bu hastalıkların tetiklediği diğer hastalıklar.
       
           Benim tavsiyem şu ki; ortamdan uzaklaşın,
                                             ilginizi başka şeylere yönlendirin,
                                             ılık bir duş alın,
                                             açık havada bir yürüyüşe çıkın,
                                             sevdiğiniz bir insanla sohbet edin,
                                             sevdiğiniz bir aktivite yapın,
                                             nefes egzersizlerini deneyin
                                             varsa gastrit ilacınızı alın
                                             asidik yiyeceklerden uzak durun
         
            Burada ki amaç hem siniriniz, öfkeniz, üzüntünüz ya da stresinizi hafifletmek hemde vücudunuzun bu duygu durumlara verdiği tepkileri azaltmak ve hayatınıza kaldığınız yerden devam etmek. Duygularınızı ve vücudunuzu yönetmek sizin elinizde yani.
 
      Önemli olan siz ve sağlığınız bunu unutmayın dünyada ki hiçbir şey sizden ya da sağlığınız değerli değil. 
                                 
                                                                                                                                                                                                        GÖKSU YILAN

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Psikiyatri hemşiresi nedir, ne yapar?

     Psikiyatri hemşiresini anlatmadan önce şöyle günümüze kadar psikiyatride insanlık neler yapmış onu anlatmak istiyorum.

     İnsanoğlu zamanın ilk yıllarında psikiyatrik olarak hasta olan bireylerden uzak durmuş, içine şeytan vb. ruhani varlıkların girdiğini söylemiş, onları sürgün etmiş ve dışlamıştır. Bu davranış hastanın daha da kötüye gitmesine sebep olmuş ve hastalığa dair bir adım atılamamıştır. Günümüze doğru ilerlediğimizde bu hastaları tedavi etmeye kalkan ilk insanlar büyücüler, şamanlar, ruhani liderler daha sonra kilise ardından da sağlık çalışanları olmuş (çok şükür ki). Büyücüler içine ruhani bir varlığın girdiğini söylediği bireye çeşitli işkenceler yapmış, zulümler etmiş ve ruhani varlığı çıkartmak uğruna hasta bireyi katletmiştir. Film sektörüne malzeme olan şeytan çıkarma ayinleri de kilise tarafından hastalara uzun yıllar uygulandı. Bu uygulamalar 17. yüz yıla kadar devam etti akıl hastalarını iyileştirmek en sonunda hekimlere devredildi.
       
      Üstat Phlippe Pinel 1795 te akıl hastalarının gördüğü kötü muameleye dur dedi ve çağdaş psikiyatri gelişmeye başladı. Akıl hastaları daha normal daha insancıl koşullarda hekimler tarafından tedavi edilmeye başlandı.
        
       Avrupanın Avicenna olarak tanıdığı sevgili İbn-i Sina psikiyatri alanında da önemli araştırmalar, sınıflamalar yaptı. Avrupanın akıl hastalarına karşı uyguladığı sert tavra karşı Doğu; akıl hastalarını dışlamayı reddetti, tedaviyi planladı ve yaygınlaştırmayı sağladı.
      
      Ülkemizde ilk akıl hastanesi Fatihte ikincisi 1500 yılında Kanuni tarafından açıldı. Akıl hastaları bimarhanelerde müzik ve su sesiyle tedavi edildi. Modern tıpın gelişmesiyle hemşirenin rolü sağlıkta arttı günün 24 saati hastayla birlikte olan hemşire Ruh Sağlığı ve Psikiyatri hemşiresi olarak öne çıkmaya başladı. II. Dünya Savaşından sonra ise özel bir alan oldu.
       
        Psikiyatri Hemşiresi ruh sağlını korumada, geliştirmede ve bu alanda ki hastalara hemşirelik bakımını vermekle yükümlü sağlık personelidir.
    
  Psikiyatri Hemşiresi;hastanın ilaçlarını almasını sağlar,
                                    vücut gereksinimlerini karşılamasını sağlar,
                                     terapötik iletişim sağlar,
                                     hastanın hastalığına dair semptomları gözlemler,
                                     hastanın normale  uygun davranışlar sergilemesine                                                yardımcı olur,
                                      hastaya psikolojik olarak destek verir,
                                      hastanın davranışlarını analiz eder,
                                      gerek hastaya gerek hasta yakınlarına rehberlik ve                                                 rehabilitasyon sağlar.
                                     
 
          Psikiyatri hemşireliği diğer hemşirelik alanlarına göre daha farklı ve daha ilginçtir. Zira akıl sağlığı yerinde olan bir hastaya bakım vermekle akıl sağlığı yerinde olmayan bir  hastaya bakım vermek çok farklı şeylerdir. Amacın hastaya bakım vermek ve sağlığı yüceltmek olduğu hemşirelikte en zor alanlardan biri olan Psikiyatri hasta popülasyonu yüzünden bir nebze tehlikeli ve ilginç hale gelmektedir. Bu alan gelişmeye çok açık ve durdurulamazdır zira insan psikolojisi sonu olmayan dipsiz bir kuyudur. Ruh Sağlığı ve Psikiyatri Hemşireliğinin biran önce hak ettiği yeri bulması dileğiyle...
   
                                                                                                                  GÖKSU YILAN

Not: Psikiyatri hemşireliğiyle ilginen arkadaşlar için bir kaç site önermek isterim ilgililere;
         Psikiyatri Hemşireleri Derneği
         Psikiyatri Hemşireliği Dergisi
         Türkiye Psikiyatri Derneği
         Psychiatry Research

5 Ağustos 2015 Çarşamba

Blog Sahibi?

Herkese öncelikle Merhaba.

      Ben Göksu Yılan.
   
      Sınıfta hadi tanışalım diyen öğretmene karşı ne gereği var tanışmanın deyip kendini tanıtırken iki lafı bir araya getiremeyen o öğrenci benim. Bir sonbahar çocuğu olarak 1993 yılında doğdum. Üniversiteye kadar olan eğitimimi Zeytinburnunda sürdürdüm. Şuan İstanbul Gelişim Üniversitesinde Hemşirelik bölümü 4. sınıf öğrencisiyim. İlgi alanım ise Ruh sağlığı ve Psikiyatri Hemşireliği.
 
       Bu bloğu açmamın sebeplerinden biri ilgi alanım doğrultusunda insanlara ulaşmak :) İnsan psikolojisini seviyorum ve gereği kadar ilgi görmediğini düşünüyorum. Günümüz hemşirelik standartlarında ülkemizde yerini bulamayan bu hemşirelik alanı gelişmeye çok açık fakat yeteri kadar ilgi görmüyor. İleriye dönük planlarım arasında bu alanda ilerlemek, Ruh Sağlığı ve Psikiyatri Hemşireliğine katkıda bulunmak var.
   
      Bunun haricinde şiir yazmayı seviyorum, bir gün çello ve piyano çalmak istiyorum. Spor yapmayı seviyorum, çello ve piyano gibi bir gün Kendo ile de uğraşmak istiyorum.
 
      Kulağıma güzel gelen her müzik türünü dinliyorum. En sevdiğim parçalardan bir kaç tanesinin linkini koyacağım belki bakarsınız?
   
      Başta iki lafı bir araya getiremeyen yazmıştım değil mi, gerçekten bir araya getiremiyormuşum :)

      Bana ulaşmak isterseniz eğer e-posta adresim olan goksuyilan@gmail.com dan ulaşabilirsiniz.

      Neler yaşayacağımızı bende bilmiyorum takipte kalın :)

                                                                                                                        GÖKSU YILAN

     2 Cellos - Mombasa
     2 Cellos - Human Nature
     Fazıl Say - Kara Toprak
     Korn - Get Up!
     Knife Party - Internet Friends